Üzdüler, kırdılar, seviyormuş gibi yaptılar, canlarının istediği her türlü renge boyadılar, oylum oylum cüce boylum yaptılar, kahır çektirip sefa sürdüler… Yoksa bu kadar kısa zamanda bu kadar çok nasıl büyünürdü ki?
Beni ben yapan şehirlere, insanlara, yürüdüğüm yollara, banklarda otururken eşlik eden sokak hayvanlarına, hikâyesi bitene kadar benimle muhabbet eden roman karakterlerine, bilyelerini üttüğüm arkadaşlarıma, sapanla camlarını kırdığım komşularıma, beni üç kere havaya ayıp iki kere tutan ablama, bayramlarda zorla elini ağzıma yapıştırarak öptüren akrabalarıma, benden son derece memnun olup en ucuza çalıştırmaya çalışan patronlarıma, çalışkanlığımı çekemeyip söylediklerime bire bin katarak patronlara şikâyet eden eli işte dili oynaşta olan iş arkadaşlarıma sonsuz teşekkürler.
Nereye geldiysem sizin sayenizde, nereye varacaksam sizin sayenizde, nerede ölüp gideceksem de sizin sayenizde… Şikâyetim yok. Şu koskoca dünyada kendimi serçe kafesinde yaşıyor gibi hissetsem de iyi olmak zorundayım.
Embesillere “haklısın” demeye, mide rahatsızlığıma isyan etmeye, akıl, teselli ve nasihat verenlerden nefret etmeye devam edeceğim. Bu güne kadar böyle geldi, ama böyle gitmeyecek… Çünkü bu ömrü boyunca adam olmaya çalışan adam kaybettiklerinden fazlasını bu dünyadan almadan bir yere gitmeyecek.
İyiye on kat iyi, kötüye on kat kötü olmak boynumun borcu olsun… Masamda çayım, elimde sopam var. Hangisini arzu edersen…
“Bizim Sevmemiz Lazım” kitabından…